Bu kahramanların isimlerinin olmaması tamamen bir tesadüf değildir.
( Sahne ikiye bölünmüştür. Sahnenin sağı: Taksim’de Balkabağı Bar'da Külkedisi kostümüyle biri masada oturmuş daha sonra mektup olduğunu anlayacağımız kâğıtlarla yaptığı bardağı ile birasını huşu içerisinde fondaki alengirli müziğin eşliğinde dinlerken duvarda on ikiyi gösteren saati unutur. Sahnenin solu: Bir masa. Masanın başında bir adam... Masanın üstünde bir daktilo... Daktilonun yanında büyükçe bir şırınga... Hemen masanın yanında duran tahtadan beyaz bir at. Adam şırıngayı damarına batırıp kanını çekmektedir. Sonra daktilonun mürekkep bölümüne zerk edip yazmaktadır.)
(Sahnenin bu kısmını ben yazmadım)
— Yukarıdaki cümle amma da uzun.
— Okurken bile sıkıldım.
- Seninki yine iyi.. Ben okurken yoruldum.
— Siktir et o zaman tiyatroyu... Biz dalgamıza bakalım.
— Sana birşey diyeyim mi?
— Evet?
— Biz aslında seyirciyiz.
— Saçmalama
— O zaman bu koltuklarda neden oturuyoruz?
— Ne bileyim! Belki epik bir oyundur diye düşünmüştüm.
— Ya başlatma şimdi epiğine liriğine
Başka biri - Hocam bir susun da oyun başlasın
— Benim susmama kaldıysa oyun hiç başlamasın
Daha başka biri - Sizin tuzunuz kuru tabii...
— Ne muhatap oluyorsun şunlarla
En daha başka biri: Şimdi ikinize burada bir dalarım. Cümlenin sonunda hangi lafı sokacağınızı unutursunuz.
- ...
- ...
I. Bölüm:
(Sahnenin sağı. Sol tarafın ışıkları sönüktür. Taksim'de Balkabağı bardayız. Duvarda çeşitli hödüklerin dans ederken çekilmiş fotoğrafları vardır. Bardaysa şuan kostümünü anımsamadığım biri içki servisi yapmaktadır. Sahnenin ortasında bir kaç tip oynamaktadır)
Kral: Ve şimdi göğün tüm renkleri aforoz edilir sabahlarımdan. Ey uyku lanetliyorum seni. Ey huzur küfürlerim adınadır. Ben yalnızlığın Tanrısıyım… Ve kendimi peygamberim ilan ediyorum. Ve sonra reddediyorum o Tanrıyı…
Garson: Hocam sen yanlış oyuna gelmişsin.
Kral: Burası AKM değil mi?
Garson: Hocam ne AKM'si. Mevki doğru ama koordinatları şaşırmışsın sen.
Kral: Siktir! Sıçtık desene
Garson: Karizmayı yerlebir ettin hocam. Sen buradan çıkıp meydandan dümdüz yukarı çıkacaksın. "Kralı gelse beni burdan çıkartamaz" gibisinden iğrenç de bir şaka yapma lütfen.
Kral: Yok yok yapmam...
Yönetmen: Lan bi başlayamadınız oyuna… Pambık prenses gir hadi...
Pamuk Prenses: Hemen...
Garson: Pamukçuğum senin bu akşam baloda olman gerekmiyor muydu?
Pamuk Prenses: Çok stresliyim biraz rahatlayayım dedim.
Garson: Arabayı nereye çektin peki?
Pamuk Prenses: ay ne arabası? Her masala inanılır mı? Belediye otobüsüyle geldim ben buraya.
Garson: Balkabağından mıydı?
Pamuk Prenses: Yok metal… Arkadan çekişli, dört ileri bir geri vitesli, üç kaldıranlı normal bir belediye otobüsü…
Garson: Ee şoförü kimdi? Senin fare değil mi?
Pamuk Prenses: Saçmalama ne faresi? Belediyenin memurlarından biriydi işte.
Garson: Ama bu arada saat on ikiyi beş geçiyor...
Pamuk Prenses: Valla mı?
Garson: Anathema belamı versin ki doğru...
Pamuk Prenses: Hassiktir! Yandığımızın resmidir işte bu. Ben masalın yazarına ricada bulunayım. Yazar bey? Yazar bey bana bakar mısınız?
Yazar: Garson Bey şu müziğin sesini kısar mısın yazdıklarımı göremiyorum.
Garson: Ben de seni göremiyorum ama kısarım tabii. Yazar insana Taksim âleminde saygı sonsuzdur.
Yazar: Teşekkür ederim. Efendim Pamuk?
Pamuk Prenses: Saat on iki olmuş.
Yazar: Günaydın...
Pamuk Prenses: Ama sen yazar olarak beni ikaz etmeliydin.
Yazar: Sen masal kahramanı olup sahiplenmezken ben seni nasıl ikaz edebilirim. Hem oyunla ilgili gönderdiğim mektubu da huni biçiminde katlayıp bira içmişsin.
Pamuk Prenses: Bardaklar kirlenmesin diye şeyetmiştim.
Yazar: Doğru... Kendinin masalını kirletmek bir Arjantin bardağı temizlemekten daha doğru değil mi?
Garson: Yok efendim. Biz onların dibini arka tarafta ekmekle sıyırıyoruz. Hemencecik temizleniyor.
Pamuk Prenses: Lütfen yazar en azından saatleri bir saat geri alsan...
Yazar: Saatleri geri alabilirim de sözleri ve düşleri geri alamam Pamuk. Bu masalı okuyarak uyuyacak çocuklar çoktan uyudu. Ve de Kırmızı Başlıklı Kız masalıyla.
Pamuk Prenses: Peki şimdi ne olacak?
Yazar: Şimdiyi düşüneceğine yarını düşünseydin bu soruyu sormazdın.
İkinci bölüm:
— Pardon saat kaç?
— 12:35
— Ne?
— Hanımefendi hiç mi ömrünüzde 12:35 diye bir saat dilimini duymadınız?
— Duydum tabii…
— E o zaman neden 12:35'e - ki bu arada 12:36 oldu ve buna tepkinizi çok merak ediyorum - Einstein'ın Görelilik Teorisine yaptığı muameleyi yapıyorsunuz
— Çünkü geç kaldım
— Neye?
— Masala…
— Gülme komşuna gelir başına... Bu arada hangi masaldansınız?
- Rapunzel
Arka sıradaki biri: Hanımefendi şu saçları topuz yapmasaydınız keşke. Sahneyi görebilmek için girmediğimiz atom parçacığı biçimi kalmadı.
— Özür dilerim. Bir değişiklik yapayım demiştim.
Daha arka sıradaki biri: Valla saç modelinizi ilk başta oyunun dekoru sandım. Kendi kendime "Ulan sahnenin ortasına bu kazığı çakmakta ki nedenleri ne ola ki?" diye sordum.
Benim bile tanımadığım biri: Hocam az önce bir sinek gördüm. Rapunzel hanımın saçının zirvesine tırmanmaya teşebbüs etti. Başarısız olunca 17685. tokadan kendini aşağı atıp intihar etti.
— (Ağlar) Ben masalıma geç kaldım siz bana neler diyorsunuz?
— Hanımefendi biz mi getirdik sizi buraya.
Nikâh Memuru: Kendi rıza ve arzunuzla geldiniz.
Şahitler: Evet!!!
Davetli: Rapunzelciğim salla gitsin masalı. Sen oyunun zevkini çıkar. Bir kere geciktin. Daha sonra saçını iki sallarsın olur biter.
— Haklısınız… Peki siz kimsiniz?
— Kurbağa Prens...
— Siz de mi geciktiniz?
— Evet…
Sinirli biri: Ya başlayacağım masalınıza da kurbağanıza da susun da oyun başlasın kardeşim.
— Bizim yüzümüzden mi gecikiyor oyun?
Sinirli başka biri: Sizin cümlelerinizi yazmaktan helak oldu adam. Susun da son perde başlasın…
III: Bölüm:
(Sahnenin solu: Bir masa. Masanın başında bir adam... Masanın üstünde bir daktilo... Daktilonun yanında büyükçe bir şırınga... Hemen masanın yanında duran tahtadan beyaz bir at. Adam şırıngayı damarına batırıp kanını çekmektedir. Sonra daktilonun mürekkep bölümüne zerk edip yazmaktadır.)
Adam - kendine adam denilebilirse tabii- bileğine sapladığı şırıngayla kanından çekip daktilonun mürekkep haznesine zerk eder. Kâğıdı yerleştirir ve ilk tuşa basar. O anda daktilodan piyanonun "Mi" sesi yükselir. Adam - tabii kendine "Adam" denilebilirse- şaşırır bu duruma. Başka bir harfe basar. O anda da başka bir ses duyulur. Elini ileri doğru uzatıp parmaklarını kenetleyip kıtlatır parmaklarını. Derken sandalyesini çeker ve daktilonun tuşlarına basarak Lionel Richie'den Hello isimli müziği ve güftesi Richiezadelerden Lionel'e ait olan musikiyi meşk etmeye başlar. Bir kısmını da söyler hatta. Sonra durur ve başka bir şey çalmaya başlar. Derken seyirciler peçeteyle istek yapmaya başlar. Tam kasap havasında yönetmen de dâhil izleyiciler halay çekerken sahneye biri girer.
— Lan senin ne işin burada?
— Abi valla daktilonun ayarlarına bakıyordum. Yumuşak K harfi takılıyordu da...
— Başlarım senin yumuşağına da "K" harfine de… Siktir lan… Oyunun da içine etmişsin... Atacağımız bir tirat zaten. Tuvaleti temizlemeyi unutmuşsun. Git bir zahmet temizle!
— Peki abi...
— Al şunu
— Nedir o abi?
— Parantez içindeki ifaden
— Ne yazıyor ki abi?
—Üzgün)
— Sağol abi…
Adam - kendine tabii "Adam" denebilirse - şırıngayla kanını damarlarından çekip daktilonun mürekkep haznesine zerk eder. Kâğıdı yerleştirir ve yazmak için ilk harfe dokunur. O anda tuşlardan keman sesi gelmektedir. Şaşırır etrafına bakar. Sonra daktiloya bir kere vurur. Yeniden tuşa vurunda kontrbas sesi gelir. Bir daha vurur. Bu sefer bağlama sesi gelir. Yeniden vurur bu sefer normal sesini çıkartır. Sevinir. Kâğıdı çıkartır yerinden ve yeni kâğıt takar. O anda arkasındaki duvarda da beyaz bir ekran görünür. Adam - Kendine "Adam" tabii denilebilirse - yazdıkça ekranda yazılar belirir.
"Aşk" diye tanımlanmış bir his bulmacasının aşağıdan yukarı doğru uzanan şiiri olamam ben. Akrostişlerde parmak izi bıraktığım günlerden birinde bir şairin kalbinde terk ettim kendimi. Ve şimdiyse kendi uykumda kendimi öldürmek üzereyim. Ayakkabı bağcıklarını dola şimdi gözlerimi. Bakışlarımı nefessiz bırak. Gözler nefessiz kalınca kör olmaz. Körlük nefessiz kalınca ölür...
Açılsın o zaman demir perde. Çeliği gölgelerde dövelim. Ve sözcüklerden kuleler inşa edelim. Yaylar alkışlara gerilsin. Ayraçla araladığımız kitaba saplansın kalbimiz. Öldürme bu sefer kâğıda düşen hayalimi. Son nefesinde seni solusun. Ki yanacaksa da günahları için bu senin ateşin olsun...
Ben gecelerimi sokak lambalarından damıtırım. Teninden sürülen her tanesinin memleketiyim. Kendi kendimin gurbeti oldum ey yâr. Adı aşk sanılan her düşün kâbusuyum ben. Senin yüzün sevgili, aşkın yüzüdür. Senin kokun sevgili, düşlerin kokusudur. Ve sana dokunmak sevgili, şairliğimin alınyazısıdır.
Geceler silik bir anıdır gündüzlerin belleğinde. Ve sokak lambalarının aydınlığının labirentlerinde çoktan kaybolmuştur. Sense düşlerinden sızan bir denizin ıslattığı yatağında gölgelerini boğmaktasın. Pencerende begonyalar, kasımpatılar, güller laleler... Bahara daha yaşanmamış bir kaç ömür var. İyisi mi sen şimdiden eylüllerini kurutmaya başla defterlerinde.
03 Ocak 2009
Taksim Değil
Yunus B.
Oda
Kapıyı aç. Hayır dur. Kapı zaten açık… Yoksa seni nasıl görürdüm ama değil mi? Peki ya kapı kapalıysa? O zaman ben seni görmüyorum. Demek ki sen yoksun. Ama nasıl görüyorum seni? Haklısın kapı açık. O zaman sadece kapat. Hayır, hayır kapatma. Sonra neresi içeri neresi dışarı şaşırıyorum. Şu köşedeki sandalyeyi çekip ona otur. Hayır dur! O sandalye orada kalsın. Oradan dışarıya bakıyorum. Eğer o sandalyeyi oradan kaldırırsan manzaram da değişebilir. Oradan hep aynı şeyleri görüyorum. Yeni bir manzara alışmam zaman alır. Sadece duvar mı var? Duvarın üzerindeki çatlakları görmüyorsun herhalde. O çatlaklardan izliyorum ben dünyayı. Diğer odada bir sandalye olmalı. Eğer zahmet olmayacaksa onu alabilir misin? Anlayışın için teşekkür ederim. Ama bir dakika… O odaya giremezsin. Orada yaşayan bir başkası olabilir. Şimdi durup dururken rahatsız etmeyelim. Kim mi yaşıyor? Tabii ki öleceğim gün…
En iyisi sen tam karşımda duran sandalyeye otur. Tanımadığım insanları hep oraya oturtuyorum. Çünkü o sandalyeye arada ben otururum. Neden mi? Oturduğum yerden nasıl göründüğüme bakarım. İnsanın kendini kocaman bir boşluk olarak görmesi ne kadar acı değil mi? Oysa bir kütlem, yoğunluğum var. Hissedebiliyorum bunu. Bazen kapının önünden geçenler içeri bakıyorlar. Gözgöze geliyoruz. Demek ki bana bakıyorlar. Demek ki ben varım. Asıl korkum ne biliyor musun? Ya ben aslında başkalarının var zannettiği bir şeysem. Yani ya ben bir paranoyaysam? Ama sen burada olduğuna göre demek ki değilim. Değil mi? Hadi otur şimdi o sandalyeye. Çekinme lütfen. Ve senden ne gördüğünü anlatmanı istiyorum. Hayır vazgeçtim. Şimdi bak bana. İşte böyle. Daha dikkatli bak. Sonra o sandalyeye otur ve öyle bak bana. Bak bakalım değişiyor muyum? Bakalım benim göremediğim gibi sen de göremeyecek misin? Eğer sen görürsen demek ki ben de bir sorun var. Tabii oturabilirsin. Görebiliyor musun beni? İlginç! Hem de çok ilginç hem de çok ilginç. O zaman şimdi yer değiştirelim. Peki, şimdi ne oldu?
Görebiliyorsun demek. Peki, buraya oturduktan sonra hiçbir değişiklik olmadı mı bende? Mesela gençleşmedim mi? Şuan senin oturduğun sandalyede daha yaşlı görünmem lazım. Demek normal görünüyorum. Umarım bana yalan söylemiyorsundur. O zaman yer değiştirelim.
Bu arada sen kimsin? İlk defa görüyorum seni. Demek geçerken uğradın. Çok ince bir davranış bu… Belli zaten kibar bir insansın. Ama ilginç olan ne biliyor musun? Az önce yer değiştirdik ya! İşte o zaman sana bakarken kendi başımayken gördüğüm o boşluk hissine kapıldım. Sanki sen yoktun. Sakın sen de benim paranoyam olmayasın? İnan neden olduğunu bilmiyorum. Nereye bakıyorsun? Yoksa yüzüm birkaç dakikada eskidi mi? Sandalyeden olsa gerek. Hangi fotoğraf? O fotoğrafı ben çektirmedim. Ben değilim yani. Şans eseri bulmuştum. Eğer birgün bir fotoğraf çektirirsem işte böyle bir fotoğraf çektiririm diye çerçeveletip koydum oraya. Biliyor musun fotoğraftaki ifadeleri bile ezberledim. Saat muhtemelen öğlen vakti… Ama yer konusunda bir bilgim yok. Eğer o yerin neresi olduğunu da öğrenirsem orada fotoğraf çektirmeyi düşünüyorum. O elbiselerden sipariş bile ettim. Adamın elindeki şemsiyenin bir ton açığını bulabildim ama olsun.
Ama bak şu kenarda duran şövaledeki resmi ben tamamladım. Evet, o bana ait. Henüz bitmedi ama yine de bana ait. Tuval boş mu? Beyaz rengini de mi görmüyorsun? Kâğıdın rengi olabilir. Ama o kâğıdın beyaz olması tamamen benim inisiyatifimde. Neden durup dururken kâğıdın doğasını bozayım? Ya çizeceğim şey daha kötü olursa? Ya ekleyeceğim beyaz tonu daha kötü olursa? Yine de yarım o resim. Bir şeyler eksik ama neyin eksik olduğunu bilmiyorum. İçime sinmeyen bir şeyler var orada. Yoksa o kadını çıkartmalı mıyım? Hangi kadını mı? Tabii ki çizmediğim kadını. Ama kadında içime sinmeyen bana göre beyaz tonun ta kendisi. Sanki oraya başka bir renk lazım… Ama ne olduğu bilmiyorum. Mutlaka bulacağım. Kadının yanında olmayan o çocukta da bir tuhaflık var. Belki çizilmediği için bana sitem ediyordur. Bilmiyorum. Ki uzu n zamandır ne o kadın ne de çocuk benimle konuşmuyor. Tamamladığım için sitem ediyorlar olsa gerek.
Gidiyor musun? Ama daha yeni gelmiştin. Biraz daha sohbet etseydik. Peki, sen bilirsin. Yine de çok teşekkür ederim geldiğin için. Rica etsem kapıyı gıcırdatmadan açar mısın? Doğru ya kapı zaten açık… O zaman kapıyı sessizce açık tutar mısın? Öyle sessizce açık kalsın ki kapının önünden geçenlerin seslerini duymayayım. Veya kapat kapıyı sen. Evet, evet kapat kapıyı. Dur vazgeçtim! Kapatma kapıyı. Bir keresinde rüzgâr yüzünden kapanmıştı kapı. O zaman saatlerce içeri girmeye çalışmıştım. Hatta birkaç gün kayboldum. Aç, susuz bir halde gezindim durdum. Daha sonra odanın içinde olduğumu köşedeki sandalyeme yorgun düşüp oturunca anladım. O çatlak yerinde duruyordu. Tabii hemen gidip kapıyı açtım. Haklı olmak çok güzel bir şey… Tamam, görüşmek üzere… Kendine iyi bak. Yine beklerim.
Diğer odanın kapısını kim açık bıraktı? Yoksa o dalgın ziyaretçi mi açtı? Ama odanın kapısına bile yaklaşmadı ki. Kim var orada? Yine mi sen? O odaya nasıl girdin? Ama sen az önce o odadan çıkıp gittin. Gözlerimle gördüm. Hemen söyle o odaya nasıl girdiğini. Oraya girmemen gerektiğini söyledim sana. Şimdi sahiden çok kızdım. Aman Tanrım kapı kapanmış. Burası neresi? Hem, hem ben bilmiyorum buraları. Hiç çıkmadım dışarı. Rica etsem bana kaldığım odanın yerini tarif eder misin? Seni daha önce gördüm mü ben? Lütfen, buraların yabancısıyım ben. Bana yardım et. Bu boş sandalyede oturmayan kim? Evet, seni tanıyorum. Kendi odamdayken karşımda gördüğüm boşluğa benziyor. Kapıyı kim açıyor? Bu odanın anahtarı ben de dâhil kimse de yok. Çünkü bu odanın bir kapısı yok. Çünkü bu odanın bir anahtarı yok. Çünkü bu kapının bir anahtar deliği yok. Çünkü böyle bir oda yok… Ama kapıdan giren de sensin. İkiniz aynı anda farklı odalardan nasıl girdiniz? Peki, sen diğer odadan nasıl çıktın? O odada benim öleceğim gün saklıydı. Onu oraya kapatmıştım. Lanet herif sana açma dedim o kapıyı. Peki ya sen? Anahtarı olmayan bir kapıyı nasıl açtın? Olmayan bir kapıyı nasıl açtın? Hayır, ben daha ölemem. Hem daha fotoğraf çektirmedim ben. Hem daha resmimi tamamlamadım. Bana biraz daha zaman ver lütfen. Tamamlayayım şu resmi. Fotoğrafı da çektirince o zaman ölebilirim. Hem bu odadan Tanrı’nın haberi yok ki. Seni Tanrı göndermemiş demek ki. Peki, kim gönderdi seni? Ölmek için henüz çok erken. Ne ölmeyecek miyim? Ama o odada benim öleceğim gün vardı. Benden habersiz çoktan öldü mü? Bu nasıl olur? Ama ben hâlâ yaşıyorum.
Bir dakika… Şimdi anlıyorum. Kendi ölümümü o odaya hapsettikten sonra öleceğim gün erkenden öldü. Bense burada kendi hayatımdan mahrum biçimde yaşıyorum. Yani ben ne insanların ne de kendimin paranoyasıyım. Ben aslında Tanrı’nın paranoyasıyım…
06 Ocak 2009
İstanbul
Saat: 14:39
Yunus Bektaşoğlu
En iyisi sen tam karşımda duran sandalyeye otur. Tanımadığım insanları hep oraya oturtuyorum. Çünkü o sandalyeye arada ben otururum. Neden mi? Oturduğum yerden nasıl göründüğüme bakarım. İnsanın kendini kocaman bir boşluk olarak görmesi ne kadar acı değil mi? Oysa bir kütlem, yoğunluğum var. Hissedebiliyorum bunu. Bazen kapının önünden geçenler içeri bakıyorlar. Gözgöze geliyoruz. Demek ki bana bakıyorlar. Demek ki ben varım. Asıl korkum ne biliyor musun? Ya ben aslında başkalarının var zannettiği bir şeysem. Yani ya ben bir paranoyaysam? Ama sen burada olduğuna göre demek ki değilim. Değil mi? Hadi otur şimdi o sandalyeye. Çekinme lütfen. Ve senden ne gördüğünü anlatmanı istiyorum. Hayır vazgeçtim. Şimdi bak bana. İşte böyle. Daha dikkatli bak. Sonra o sandalyeye otur ve öyle bak bana. Bak bakalım değişiyor muyum? Bakalım benim göremediğim gibi sen de göremeyecek misin? Eğer sen görürsen demek ki ben de bir sorun var. Tabii oturabilirsin. Görebiliyor musun beni? İlginç! Hem de çok ilginç hem de çok ilginç. O zaman şimdi yer değiştirelim. Peki, şimdi ne oldu?
Görebiliyorsun demek. Peki, buraya oturduktan sonra hiçbir değişiklik olmadı mı bende? Mesela gençleşmedim mi? Şuan senin oturduğun sandalyede daha yaşlı görünmem lazım. Demek normal görünüyorum. Umarım bana yalan söylemiyorsundur. O zaman yer değiştirelim.
Bu arada sen kimsin? İlk defa görüyorum seni. Demek geçerken uğradın. Çok ince bir davranış bu… Belli zaten kibar bir insansın. Ama ilginç olan ne biliyor musun? Az önce yer değiştirdik ya! İşte o zaman sana bakarken kendi başımayken gördüğüm o boşluk hissine kapıldım. Sanki sen yoktun. Sakın sen de benim paranoyam olmayasın? İnan neden olduğunu bilmiyorum. Nereye bakıyorsun? Yoksa yüzüm birkaç dakikada eskidi mi? Sandalyeden olsa gerek. Hangi fotoğraf? O fotoğrafı ben çektirmedim. Ben değilim yani. Şans eseri bulmuştum. Eğer birgün bir fotoğraf çektirirsem işte böyle bir fotoğraf çektiririm diye çerçeveletip koydum oraya. Biliyor musun fotoğraftaki ifadeleri bile ezberledim. Saat muhtemelen öğlen vakti… Ama yer konusunda bir bilgim yok. Eğer o yerin neresi olduğunu da öğrenirsem orada fotoğraf çektirmeyi düşünüyorum. O elbiselerden sipariş bile ettim. Adamın elindeki şemsiyenin bir ton açığını bulabildim ama olsun.
Ama bak şu kenarda duran şövaledeki resmi ben tamamladım. Evet, o bana ait. Henüz bitmedi ama yine de bana ait. Tuval boş mu? Beyaz rengini de mi görmüyorsun? Kâğıdın rengi olabilir. Ama o kâğıdın beyaz olması tamamen benim inisiyatifimde. Neden durup dururken kâğıdın doğasını bozayım? Ya çizeceğim şey daha kötü olursa? Ya ekleyeceğim beyaz tonu daha kötü olursa? Yine de yarım o resim. Bir şeyler eksik ama neyin eksik olduğunu bilmiyorum. İçime sinmeyen bir şeyler var orada. Yoksa o kadını çıkartmalı mıyım? Hangi kadını mı? Tabii ki çizmediğim kadını. Ama kadında içime sinmeyen bana göre beyaz tonun ta kendisi. Sanki oraya başka bir renk lazım… Ama ne olduğu bilmiyorum. Mutlaka bulacağım. Kadının yanında olmayan o çocukta da bir tuhaflık var. Belki çizilmediği için bana sitem ediyordur. Bilmiyorum. Ki uzu n zamandır ne o kadın ne de çocuk benimle konuşmuyor. Tamamladığım için sitem ediyorlar olsa gerek.
Gidiyor musun? Ama daha yeni gelmiştin. Biraz daha sohbet etseydik. Peki, sen bilirsin. Yine de çok teşekkür ederim geldiğin için. Rica etsem kapıyı gıcırdatmadan açar mısın? Doğru ya kapı zaten açık… O zaman kapıyı sessizce açık tutar mısın? Öyle sessizce açık kalsın ki kapının önünden geçenlerin seslerini duymayayım. Veya kapat kapıyı sen. Evet, evet kapat kapıyı. Dur vazgeçtim! Kapatma kapıyı. Bir keresinde rüzgâr yüzünden kapanmıştı kapı. O zaman saatlerce içeri girmeye çalışmıştım. Hatta birkaç gün kayboldum. Aç, susuz bir halde gezindim durdum. Daha sonra odanın içinde olduğumu köşedeki sandalyeme yorgun düşüp oturunca anladım. O çatlak yerinde duruyordu. Tabii hemen gidip kapıyı açtım. Haklı olmak çok güzel bir şey… Tamam, görüşmek üzere… Kendine iyi bak. Yine beklerim.
Diğer odanın kapısını kim açık bıraktı? Yoksa o dalgın ziyaretçi mi açtı? Ama odanın kapısına bile yaklaşmadı ki. Kim var orada? Yine mi sen? O odaya nasıl girdin? Ama sen az önce o odadan çıkıp gittin. Gözlerimle gördüm. Hemen söyle o odaya nasıl girdiğini. Oraya girmemen gerektiğini söyledim sana. Şimdi sahiden çok kızdım. Aman Tanrım kapı kapanmış. Burası neresi? Hem, hem ben bilmiyorum buraları. Hiç çıkmadım dışarı. Rica etsem bana kaldığım odanın yerini tarif eder misin? Seni daha önce gördüm mü ben? Lütfen, buraların yabancısıyım ben. Bana yardım et. Bu boş sandalyede oturmayan kim? Evet, seni tanıyorum. Kendi odamdayken karşımda gördüğüm boşluğa benziyor. Kapıyı kim açıyor? Bu odanın anahtarı ben de dâhil kimse de yok. Çünkü bu odanın bir kapısı yok. Çünkü bu odanın bir anahtarı yok. Çünkü bu kapının bir anahtar deliği yok. Çünkü böyle bir oda yok… Ama kapıdan giren de sensin. İkiniz aynı anda farklı odalardan nasıl girdiniz? Peki, sen diğer odadan nasıl çıktın? O odada benim öleceğim gün saklıydı. Onu oraya kapatmıştım. Lanet herif sana açma dedim o kapıyı. Peki ya sen? Anahtarı olmayan bir kapıyı nasıl açtın? Olmayan bir kapıyı nasıl açtın? Hayır, ben daha ölemem. Hem daha fotoğraf çektirmedim ben. Hem daha resmimi tamamlamadım. Bana biraz daha zaman ver lütfen. Tamamlayayım şu resmi. Fotoğrafı da çektirince o zaman ölebilirim. Hem bu odadan Tanrı’nın haberi yok ki. Seni Tanrı göndermemiş demek ki. Peki, kim gönderdi seni? Ölmek için henüz çok erken. Ne ölmeyecek miyim? Ama o odada benim öleceğim gün vardı. Benden habersiz çoktan öldü mü? Bu nasıl olur? Ama ben hâlâ yaşıyorum.
Bir dakika… Şimdi anlıyorum. Kendi ölümümü o odaya hapsettikten sonra öleceğim gün erkenden öldü. Bense burada kendi hayatımdan mahrum biçimde yaşıyorum. Yani ben ne insanların ne de kendimin paranoyasıyım. Ben aslında Tanrı’nın paranoyasıyım…
06 Ocak 2009
İstanbul
Saat: 14:39
Yunus Bektaşoğlu
Bir öykü yazmak
“O” harfinin içinden geçip gizli bahçemizde buluşmalarımız geldi aklıma. “I” ve “İ” harflerinin tepelerine yaptığımız “P” harfinden evlerimizde şiircilik oynardık. ki U ve Ü manzaralı olan bu evlerde seninle şiirleşmelerden yorgun düşüp seni uyurken izlediğimde tenin “Ğ” harfli az kullanılmış hisler kokardı.
Sen: Aşkım kırmızı’mı gördün mü?
Ben: Canım en son Kuskus’un ağzındaydı.
Sen: Ne? Nasıl izin verirsin?
Ben: İzin verdiğimi söylemedim ki. Gördüğüm şeyi anlatıyorum.
Sen: Ben şimdi bu resmi nasıl tamamlayacağım? Söyler misin bana?
Ben: Aşkım şu “K” harfini alıp ondan yapabilirsin.
Sen: Ben “K” harfini falan istemiyorum. Kırmızımı istiyorum.
Ben: Canım rica ediyorum şuan bir yazıyla uğraşıyorum.
Sen: Hem sen o kâğıdın içinde ne arıyorsun?
Ben: Kalem içeri düştü de onu alıyorum. Aşkım?
Sen: Efendim?
Ben: Hani senin geçen söylemeyi unuttuğum cümle vardı ya…
Sen: Evet?
Ben: Sanırım buraya düşmüş.
Sen: Onu da bir zahmet al o zaman.
Ben: Peki.
Rakamlardan şiir yazabildiğimi öğrendim. Mesela üç (3) rakamına merdiven dayayıp “B” harfi yapabilmeyi senden öğrendim. O harfin en tepesine çıkıp sen fikrimde sımsıkı sarılmışken cümlelerime seninle şiir-batımını izlemek sana âşık olmakla birdir. “C” harfinin içinde uyurken nasıl da güzeldin. Sırf sen uyanmayasın diye “Ç” harfinin sesini kısıp bir masalın içinde seni beklerdim. Bir akşam seninle alfabeyi dekore ederken “C” harfini ters çevirip duvara dayadığımızda “D” harfini elde etmiştik. Sonra o harfin içinde senin çizimlerini saklamıştık.
Sen: Aşkım şunu tutar mısın?
Ben: Bu ne?
Sen: Yeni resim için bir fikir.
Ben: Ama ben şuan bir yazıyla uğraşıyorum canım görmüyor musun?
Sen: Şövaleyi hemen getireceğim az bekle lütfen. Ben cümlemi bitirmeden gelirim.
Ben: Şövale nerde ki?
Sen: Geçen saklambaç oynarken içine saklanmıştım ya… Sende mızıkçılık yaptım diye şövaleyi Bosch’un resimlerinden birinin içine saklamıştın. Aşk olsun ama canım ya ben de içinde olsaydım?
Ben: Aslında seni Setowski’nin resimlerinin içine saklamak lazım. Sen beni Kandinski’nin resimlerine içine atarken iyiydi.
Sen: Tamam, tamam… “Dur hemen geliyorum” demeden geldim işte. Tamam, sen yazmaya devam et.
Renk ağacımıza çıkmak için kullandığımız üçayaklı merdivenin bir ayağını çıkartıp “E” harfi yapmak da senin fikrindi. Ki erguvan mavisi senin gülüşün kokardı. Bense “E” harfinin bir çizgisini çıkartıp senin için “F” yapmıştım. F’nin kıyılarında oturup “L” harfinden oltamızla kaç sesli harf yakaladığımızı anımsamıyorum bile. Sen “K” harfinin yüzeyinde noktalama işaretlerini sektirirdin. Ki soru işaretlerini nasıl sektirdiğini hâlâ da anlayabilmiş değilim. Ben ki virgülleri bir sektirmekte zorlanan biriyim. Hatta parantezleri sektirirken “M” balıklarını cümle içinde bile kullanırdın.
Ben: Aşkım “N” harfim nerde?
Sen: Makineye attım canım.
Ben: Ne?
Sen: Çamaşır makinesinde…
Ben: Neden?
Sen: Dün akşam “N” harfini karşı komşumuz olan İngilizce’ye gönderip “w” isteyen sen değil miydin?
Ben: Evet bendim.
Sen: Harfcağız “W” harfini görünce sevdalanmış. Ailesiyle “Bizim “N”ye verilecek harfimiz yok” deyince kendine bir çizgi çekip W’ye dönüştürmek istemiş. Ama başarısız olmuş. Hayli kirlenmiş bunu yaparken de. Ben de makineye attım. Birazdan çıkartıp çizgili kâğıtlardan birine asarım kuruması için.
En çok da “Ö” harfinin içine “T” harfinden salıncak kurup sallanmaları severdin. Ki hep en yükseğe çıkmak isterdin. Bense seni yüksek tonlarda sallardım. Ne zaman sallandığın “T” harfi aşağı inse müzik ağacından ellerinde bir nağmeyle inerdin. Müzik ağacının bulunduğu bahçenin bahçıvanı olan “Y” bizi az kovalamamıştı bu yüzden.
Sen: Aşkım şu “Z” harfini akort eder misin?
Ben: Akordu mu bozulmuş?
Sen: Evet. Cümle kurmaya çalıştıkça devrikleşiyor durmadan.
Ben: Tamam canım. Neye göre akort edeceğim ki şimdi?
Sen: Hım… “R” harfini dün akort etmiştik. Ona bakıp ayarlayabilirsin.
Ben: Ama geçenlerde “Ş” harfini “E” harfine göre akort etmiştik “Ş” kendini “E” zannediyordu.
Harfin yanındaki boşluğa çizgiyi dayayıp “A” harfine tırmanırdık. “V” harfinden uçurtmamızın kuyruğuna “S”den kuyruk yapıp “A” harfinin tepesinden uçururduk. Gökyüzü sesli bir harfe dönene kadar gülerdik seninle. Ve içimizin tüm harfleri aşkta sessiz bir melodiye dönerdi.
11 Ocak 2009
Güngören-İstanbul
Yunus Bektaşoğlu
Sen: Aşkım kırmızı’mı gördün mü?
Ben: Canım en son Kuskus’un ağzındaydı.
Sen: Ne? Nasıl izin verirsin?
Ben: İzin verdiğimi söylemedim ki. Gördüğüm şeyi anlatıyorum.
Sen: Ben şimdi bu resmi nasıl tamamlayacağım? Söyler misin bana?
Ben: Aşkım şu “K” harfini alıp ondan yapabilirsin.
Sen: Ben “K” harfini falan istemiyorum. Kırmızımı istiyorum.
Ben: Canım rica ediyorum şuan bir yazıyla uğraşıyorum.
Sen: Hem sen o kâğıdın içinde ne arıyorsun?
Ben: Kalem içeri düştü de onu alıyorum. Aşkım?
Sen: Efendim?
Ben: Hani senin geçen söylemeyi unuttuğum cümle vardı ya…
Sen: Evet?
Ben: Sanırım buraya düşmüş.
Sen: Onu da bir zahmet al o zaman.
Ben: Peki.
Rakamlardan şiir yazabildiğimi öğrendim. Mesela üç (3) rakamına merdiven dayayıp “B” harfi yapabilmeyi senden öğrendim. O harfin en tepesine çıkıp sen fikrimde sımsıkı sarılmışken cümlelerime seninle şiir-batımını izlemek sana âşık olmakla birdir. “C” harfinin içinde uyurken nasıl da güzeldin. Sırf sen uyanmayasın diye “Ç” harfinin sesini kısıp bir masalın içinde seni beklerdim. Bir akşam seninle alfabeyi dekore ederken “C” harfini ters çevirip duvara dayadığımızda “D” harfini elde etmiştik. Sonra o harfin içinde senin çizimlerini saklamıştık.
Sen: Aşkım şunu tutar mısın?
Ben: Bu ne?
Sen: Yeni resim için bir fikir.
Ben: Ama ben şuan bir yazıyla uğraşıyorum canım görmüyor musun?
Sen: Şövaleyi hemen getireceğim az bekle lütfen. Ben cümlemi bitirmeden gelirim.
Ben: Şövale nerde ki?
Sen: Geçen saklambaç oynarken içine saklanmıştım ya… Sende mızıkçılık yaptım diye şövaleyi Bosch’un resimlerinden birinin içine saklamıştın. Aşk olsun ama canım ya ben de içinde olsaydım?
Ben: Aslında seni Setowski’nin resimlerinin içine saklamak lazım. Sen beni Kandinski’nin resimlerine içine atarken iyiydi.
Sen: Tamam, tamam… “Dur hemen geliyorum” demeden geldim işte. Tamam, sen yazmaya devam et.
Renk ağacımıza çıkmak için kullandığımız üçayaklı merdivenin bir ayağını çıkartıp “E” harfi yapmak da senin fikrindi. Ki erguvan mavisi senin gülüşün kokardı. Bense “E” harfinin bir çizgisini çıkartıp senin için “F” yapmıştım. F’nin kıyılarında oturup “L” harfinden oltamızla kaç sesli harf yakaladığımızı anımsamıyorum bile. Sen “K” harfinin yüzeyinde noktalama işaretlerini sektirirdin. Ki soru işaretlerini nasıl sektirdiğini hâlâ da anlayabilmiş değilim. Ben ki virgülleri bir sektirmekte zorlanan biriyim. Hatta parantezleri sektirirken “M” balıklarını cümle içinde bile kullanırdın.
Ben: Aşkım “N” harfim nerde?
Sen: Makineye attım canım.
Ben: Ne?
Sen: Çamaşır makinesinde…
Ben: Neden?
Sen: Dün akşam “N” harfini karşı komşumuz olan İngilizce’ye gönderip “w” isteyen sen değil miydin?
Ben: Evet bendim.
Sen: Harfcağız “W” harfini görünce sevdalanmış. Ailesiyle “Bizim “N”ye verilecek harfimiz yok” deyince kendine bir çizgi çekip W’ye dönüştürmek istemiş. Ama başarısız olmuş. Hayli kirlenmiş bunu yaparken de. Ben de makineye attım. Birazdan çıkartıp çizgili kâğıtlardan birine asarım kuruması için.
En çok da “Ö” harfinin içine “T” harfinden salıncak kurup sallanmaları severdin. Ki hep en yükseğe çıkmak isterdin. Bense seni yüksek tonlarda sallardım. Ne zaman sallandığın “T” harfi aşağı inse müzik ağacından ellerinde bir nağmeyle inerdin. Müzik ağacının bulunduğu bahçenin bahçıvanı olan “Y” bizi az kovalamamıştı bu yüzden.
Sen: Aşkım şu “Z” harfini akort eder misin?
Ben: Akordu mu bozulmuş?
Sen: Evet. Cümle kurmaya çalıştıkça devrikleşiyor durmadan.
Ben: Tamam canım. Neye göre akort edeceğim ki şimdi?
Sen: Hım… “R” harfini dün akort etmiştik. Ona bakıp ayarlayabilirsin.
Ben: Ama geçenlerde “Ş” harfini “E” harfine göre akort etmiştik “Ş” kendini “E” zannediyordu.
Harfin yanındaki boşluğa çizgiyi dayayıp “A” harfine tırmanırdık. “V” harfinden uçurtmamızın kuyruğuna “S”den kuyruk yapıp “A” harfinin tepesinden uçururduk. Gökyüzü sesli bir harfe dönene kadar gülerdik seninle. Ve içimizin tüm harfleri aşkta sessiz bir melodiye dönerdi.
11 Ocak 2009
Güngören-İstanbul
Yunus Bektaşoğlu
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)